VOLEYBOL

Bir Prestij Sembolu Olarak Kadın Voleybolu

Kadın voleybolu, ülke sporunun lokomotiflerinden biri olmayı sürüdürüyor. Ardında ise çok uzun yıllardır devam eden bir yatırımlar zinciri var.

20 Şubat 2025 6 dk
Bir Prestij Sembolu Olarak Kadın Voleybolu

Türkiye’de son yirmi yılda spor adına yaşanan güzel şeylerin büyük bir bölümü voleybol, daha da somutlaştırmak gerekirse kadın voleybolda yaşandı. Bu birikimin bir sonucu olarak halihazırda kadın voleybolu, futbolun arkasındaki ikinci en popüler dal. Yaşanan büyümenin doğal bir sonucu olarak gazetecilik ve bunun post –modern karşılığı olan sosyal medya ve dijital içerik üreticiliği de çok fazla arttığı için az evvel vurgu yaptığım 20 yıllık süreçte neler yaşandığına değinmeye dahi gereksinim duymuyorum zira her şey oldukça iyi dökümante edilmiş vaziyette.

Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim şey, gelinen noktada voleybolun bir pazarlama enstrümanı olarak kendini içinde bulduğu konum ve bunun ülke sporu ve sosyolojisine olası etkileri.

İşin tarihine gittiğimiz zaman voleybolda da diğer sporlarda olduğu gibi İstanbul’un büyük camia takımlarıyla karşılaşmamız sürpriz değil. Camia kulüpleri Türk insanının önce futbolla, daha sonra da diğer sporlarla tanışmasının elbette en büyük sebebi. Herhalde dünya döndükçe de faaliyet gösterdikleri sporların yaşamasına, gelişmesine ve takip edilmesine de en büyük katkıyı veren olmaya devam edecekler. 

kadın voleybol takımı

Ancak zaman içerisinde bilhassa salon sporlarında, müesseselerin de spor kulüplerine eklenmesi hiç kuşkusuz işin seyrine çok müspet yönde bir ivme kazandırdı. Voleybol için dönüm noktası 1960’lı yıllarda Eczacıbaşı Holding’in resme dahil olması olarak kabul edilebilir. Daha önceki yıllarda özel tenis ve futbol organizasyonlarıyla spora yatırım yapan şirket, 1966 yılında resmen kulüp faaliyetlerine başladı, 1967’de federasyona üye oldu ve ertesi yıldan itibaren liglerde mücadele etmeye başladı. Eczacıbaşı Spor Kulübü’nün kuruluş vizyonu, türk gençlerinin yeteneksizlik veya başka yetersizliklerden değil, tesis başta olmak üzere gerekli imkanlardan yoksun olmalarından ötürü ülke sporunun dünya standartlarına gelemediği fikrine dayanıyordu. Bu düşüncenin altını çizmekte fayda var zira bugünün şartlarına baktığımız zaman bunun temelde bir sosyal sorumluluk projesi olduğu söylenebilir.

60’lı ve 70’li yılların dünyasında çok da fazla geçerli olmayan sporu bir reklam ve imaj aracı olarak kullanma düşüncesiyse, 2000’lere gelindiğinde hayatın yadsınamaz gerçeklerinden biri olmuştu. Eczacıbaşı, yeni milenyuma girdiğimiz o günlerde artık neredeyse 40 yıllık bir deneyim ve mirasa sahipti ve Türk sporu için altın standart mertebesinde bulunuyordu. O yıllarda voleybolla şimdiki ölçüde ilgilenmeyen bir toplumda dahi artık herkes Eczacıbaşı’nın ismini, kadın voleybol takımı sayesinde biliyordu. Kadın takımının ülke içindeki dominasyonu, yavaş yavaş uluslararası arenaya da sirayet etmeye başlayan başarıları, altyapıdaki titiz ve kaliteli organizasyonu, genç kızlara verdiği değer ülke sathında takdir görüyordu. Bugün bile Eczacıbaşı artık yalnız olmamasına rağmen Türk voleybolundaki yeri kısmen farklıysa bunu işte o algının devamı olarak okumak gerekir.

tvf

Eczacıbaşı ve basketboldaki eşdeğeri Efes Pilsen’in benzer zamanlar ve hikayelerle başlayan yolculuklarında ulaştıkları ve başardıklarıyla yarattıkları bu algı, diğer müesseseler için de bir kılavuz haline geldi. 90’ların ilk yarısından itibaren birçok holding ve şirket spor kulüpleri açtılar. Bu trend, müessese kulüplerinin başarı kazanıp Avrupa’yı fethetmesiyle daha da büyük bir hız kazandı. Kadın voleybolda ise iş kulüpler bazından milli takıma da taşınınca şu anki çılgınlık hali hasıl oldu. Ama nasıl?

Kadın voleybolu birçok açıdan çok cazip ve çekici. En başta kadın voleybolcular sporda daha dünya haritasında ülkece çok da iyi bir yerde değilken bir anda gidip Avrupa Şampiyonası’nda gümbür gümbür oynayarak finale kaldılar. Daha sonra hem kulüp hem milli takım düzeyinde kendi yıldılarımızı yetiştirmeye devam ederek her yerde iddialı olduk ve geçen yazla beraber tam anlamıyla zirveye çıktık. Bu istikrarlı ve ilham verici 20 küsür yıllık hikaye elbette toplumda büyük yankı uyandırdı. Ayrıca bahse konu bu 20 yıl, Türkiye’nin politik anlamda kutuplaşmasıyla geçen, kadına şiddetin, kadın cinayetlerinin, cinsiyet eşitsizliğinin arttığı ve daha fazla gündeme geldiği bir 20 yıl olduğu için bu başarılı ve güçlü kadınlar organik olarak bu meselelerde hem sözcü hem de yüreklere su serpen itfaiyeciler oldular. Kadınların ve yurttaşların kazanımlarının tamamen yok olmadığını, toplumda yaşanan bunca trajedi ve korkunçluğa rağmen Türk kadınının hâlâ ayakta hâlâ bir şeyleri başarıyor olduğunu gösteren amazonlar gibi kabul edildiler. Hepsi dünya vatandaşı, dil bilen, kendilerini güzel ifade eden, toplumsal olaylarda platformlarını kullanarak farkındalık yaratan bu başarılı, çağdaş ve aydınlık kadınları, tüm bunların bir sonucu olarak Türk halkının geniş bir kesimi, çok sevdi ve benimsedi.

ebrar karakurt

Şimdi böyle bir ortamda, bu kadar güçlü bir marka değeri ile müessese kulüplerinin kadın voleybolunun bir paydaşı olma iştahları, 1960’lardaki Eczacıbaşı ile tam tamına aynı paralelde değil. O zamanki, sosyal sorumluluğu ön plana alan anlayışa birinci nesil dersek, 90’larda biraz reklam biraz sorumluluk gayesiyle ortaya çıkan müesseselere ikinci, şu andakilere ise üçüncü nesil dememiz yerinde olacaktır. Dördüncü Nesilde gördüğümüz, yukarıda söz ettiğim büyülü ve büyük marka değerinin getireceği prestij, reklam ve meşruiyet gibi değerlerden maksimum şekilde istifade etme çabası olarak özetlenebilir. Kamuoyunda sivrilmeye çalışan yeni holdingler yahut halihazırda faaliyet göstermekte olup çeşitli sebeplerden toplum gözünde istedikleri imaja sahip olmadıklarını düşünen ticari şirketler, kadın voleybolunun sihirli kayığına binip kendileri için belirledikleri arınma ya da kalkınma sürelerini biraz daha, hatta belki de oldukça kısaltabileceklerini düşünüyorlar.

melisa vargas

Bu, voleybolun ekonomisi ve popülerliği için kısa ve orta vadede elbette büyük fırsatlar barındırıyor. İstihdam ve rekabetin artması pastayı büyütecektir. Ancak bunun kalıcı ve Türk voleyboluna uzun vadede katkı sunan bir tarafının da olması muhakkak gerekiyor. Bunun da en büyük şartı altyapılara yatırım yapmak. Burada nizamı sağlamak için devlete ve federasyona büyük görev düşüyor. Aksi halde dört –beş yıl sonra patron sıkıldığında kapısına kilit vurulan kulüpler, ortada kalan oyuncular ve fotoğraflarda yaşayacak eski formalardan başka elimizde spor adına fazla bir şey kalmayabilir.

SAYFA BAŞINA DÖN

ÖNE ÇIKANLAR

MAC+
KULÜP VE STÜDYOLAR